Kuranı Mecid Tefsirli Meali Alisi Metinsiz Meal | Çanta Boy Yeni Baskı
SİPARİŞİNİZDE RENK BİLDİRİNİZ !!!
kahverengi - mavi - pembe
Kuranı Mecid Tefsirli Meali Alisi Metinsiz Meal
Ehl-i Sünnet menheci üzere yazılan tefsir ve meâllerin içinde birçok yönü ile ayrıcalıklı olan Kur’ân-ı Mecîd ve Tefsirli Meâl-i Âlîsi hem ilim ehli hem de akademik câmia nezdinde oldukça önem kazanmış ve takdir edilmiştir. Bu kıymetli eser birçok medrese ve kurslarda ders kitabı hâline gelmiş, hoca ve talebelerin tefsir alanında ufkunu açmıştır. Özellikle kız kurslarında okutulan bu eser, hanım kardeşlerimizin özel hâllerinde de istifâde edebilmesi ve derslerini sekteye uğratmaması için sâdece Türkçe olarak hazırlanarak basılmıştır. Cenab-ı Hakk’tan bu kıymetli eserin sâhibi Mahmud Efendi Hazretleri’ne hayırlı uzun ömürler, eserde emeği geçen hoca efendilere sağlık ve âfiyetler temenni ediyoruz.
MUKADDİME
Bütün hamdler O Allâh-u Te‘âlâ’ya mahsustur ki; cem‘ ve tenzîh makamından, hiçbir noksanı bulunmayan Arapça bir Kur’ân indirdi. Ayrıca O, burhân ve huccetleri üstün ve parlak olarak, bir de onu her zaman diliminde bâkî bir mûcize olarak ebedîleştirdi.
Sonsuz salât ve sınırsız selâm, Efendimiz Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) üzerine olsun ki onun zâtı, âyât-ı tenzîliyyenin mehbitı, ahlâkı ise Hazret-i Kur’ân’dan ibaret idi.
Ehl-i Beyt’ine, ashâbına ve kıyâmete kadar ihsân ile onlara tâbi olanlara da bî hadd ve bî add salât-ü selâm olsun ki, onlar tenzîl nurlarının meşrıkleri ve te’vîl sırlarının mağribleriydi.
Bundan sonraki beyânımız şu yöndedir ki; bu “Tefsirli Meâl”e başlarken sebeb-i te’lîfi ortaya koymayı uygun gördük, şöyle ki: Yıllardan beri sohbetlerimizi takip eden kardeşlerimizin malûmu vechile; eski deyimle “Kırık mânâ” olarak ifâde edilen üslûb üzere Kur’ân-ı Kerîm’in kelime kelime mânâsını açıklamak ve sonra toplu mânâyı çıkarmak âdetimiz olup, en büyük arzularımızdan biri de isteklileri tarafından bu usûlün öğrenilip öğretilmesiydi.
Mânevî işaret üzere başlatmış olduğumuz “Rûhu’l-Furkan Tefsîri”mizin bu gâyeye ne derece hizmet ettiği, beyâna muhtaç değildir.
Ancak ihvân-ı dîn ile ilgili bu zamana kadar yapmaya mecbur olduğumuz birçok vazife ve meşguliyetimiz, ayrıca karşımıza çıkan bâzı mâniler dolayısıyla; 8 Safer 1426 (18 Mart 2005) tarihine ulaştığımız günlerde tefsîrimiz henüz En‘âm Sûre-i Celîlesi’nin sonuna gelebilmiştir.
Tefsîrimizin, sahasında yazılan eserlere kıyasla geniş muhtevası, birçok kaynaklara dayanan ilmî bir faaliyet oluşu ve zamanın bereketsizliği göz önünde bulundurulduğunda, ilk ve asıl gâyemiz olan Kur’ân-ı Kerîm’in tümü hakkında yapılması hedeflenmiş tefsirli bir meâlin siz okuyucularımıza ancak seneler sonra tam bir şekilde ulaşacağı görüşü böylece herkese hâkim oldu.
Bu yüzden A‘râf Sûresi’nin tefsirinin yapılacağı 13. cilde başlamadan önce tefsir çalışmamızı bir sürelik durdurup, Allâh-u Te‘âlâ’nın tevfîkıyle tefsirli bir meâli itmamdan sonra inşâallah tekrar tefsir çalışmamıza dönerek, tâliplerine takdime sa‘y-ü gayret göstermeyi uygun gördük. Çalışmak bizden, muvaffak kılmak ise ancak Allâh-u Te‘âlâ’dandır. Ancak “Bunca meâl varken yeni bir meâle ne ihtiyaç vardı?” şeklinde bir soru kaçınılmaz olarak akla gelebileceği için, meâlimizin diğerlerinden farkını açıkça ortaya koyma ve herkesin bu meâle niçin ihtiyaç duyacağı gerçeğini izah etme gereğini fark ettiğimizden, bu noktada bu hususu maddeler hâlinde serdettik:
1- Belirtmeden geçemeyeceğimiz en önemli hususlardan biri şudur ki; âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin kuru kuruya tercemesi yapılıp, gereken îzâh verilmediği takdirde bu işin zararı faydasını geçebilir. Zîrâ Kitap ve Sünnet’te “Nesh” denilen bir hüküm geçerlidir ki bu: “Şer‘î bir hükmün, Allâh-u Te‘âlâ tarafından tümüyle kaldırılması veyâ misli yâhut daha iyisiyle değiştirilmesi” demektir. Meselâ Bakara Sûre-i Celîlesi’nin 180. âyet-i kerîmesinde: “Ardından mal bırakacak kişinin ana-babasına ve akrabasına vasiyet etmesinin farz olduğu” açıkça bildirilmiştir. Hâlbuki daha sonra gelen Nisâ Sûresi’nin 11 ve 12. “Mîras âyetleri” ile herkesin ne alacağı taksim edilmiş olduğundan, ölecek kişinin kafasına göre vasiyet yapmasının farziyeti kaldırılmaktan öte, yapsa bile geçersiz sayılmıştır. Dolayısıyla Bakara Sûresi’nin âyetinin meâli verilirken, hükmünün nesh edildiğine dâir bilgi verilmezse, okuyucu bu hükmün geçerli olduğunu sanarak hataya düşebilir. Bunun misallerini çoğaltabiliriz. Binâenaleyh; âyetler arasındaki neshin mutlaka îzahlarla da olsa kaydedilmesi gerekir. İşte biz bu meâlimizde bu konuya hassasiyetle eğildik. Ancak bunu yaparken nesholunduğu hususu ittifak konusu olan yerleri açıkça belirttik, zaman ve zemine göre işlevi devam eden birçok âyet-i kerîmeyi de mensûh olarak değerlendirmeyip, müfessirlerin beyanı vechile farklı şartlarla ele aldık.
2- Yine böylece; Ehl-i Sünnet ulemâsının görüşlerini parantezler ve îzahlarla belirtmeye son derece özen gösterdik. Meselâ Nisâ Sûresi’nin 93. âyet-i kerîmesinde “Bir mümini kasten öldürenin ebedî cehennemde kalacağı” bildirilmiştir. Hâlbuki diğer birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde “Ne kadar günahı olsa da îmân üzere ölenin cehennemde ebedî kalmayacağı”, hattâ “Allâh-u Te‘âlâ’nın dilemesi durumunda bağışlanıp, cehenneme hiç girmeden de cennete girebileceği” açıklanmıştır. İşte bütün âyet ve hadîsleri birlikte mütâlaa eden Ehl-i Sünnet ulemâsı, bu âyet-i kerîmeye: “Bir mümini îmânı yüzünden öldüren yâhut adam öldürmeyi helâl sayarak cinayet işleyen kişi kâfir olacağından cehennemde ebedî kalacaktır” diye tefsir etmişlerdir. Diğer bir misâl olarak; Müddessir Sûresi’nin 43. âyet-i kerîmesinde cehennem ehlinin ifâdesi olarak zikredilen: “Biz namaz kılanlardan değildik” âyet-i kerîmesi, Ehl-i Sünnet ulemâsı tarafından: “Biz namazın farziyetine inananlardan değildik” şeklinde tefsir edilmiştir. Zâten ileride gelen: “Biz cezâ gününü de yalanlardık” sözleri, Ehl-i Sünnet’in bu tefsîrinin ne kadar isabetli olduğunu ortaya koymaktadır. İşte biz bu meâlimizde Kur’ân-ı Kerîm’in metnine hiçbir ilâve yapmaksızın, parantezler vasıtasıyla bu mânâları okuyuculara naklettik. Bu hususlara riayet edilmeksizin yapılan meâlleri okuyan kimseler ise, bâzı günahların insanı cehennemde ebedî bırakacağı yâhut namaz kılmayanın kâfir olacağı gibi, Ehl-i Sünnet îtikadına ters düşen sapık inançlara kapılma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Hassâsiyetle üzerinde durulması gereken bir başka husus da şudur ki; Kur’ân-ı Kerîm’den hüküm çıkarmak ancak mezhep imamlarının ve müctehidlerin başarabileceği bir iştir. Bu zevât-ı kirâm fıkhî meselelerin tümünü delillerinden istinbat ederek hazır bir halde önümüze sunmuşlardır. Artık bize gereken; delillerden hüküm çıkarmaya uğraşmak olmayıp, ehli tarafından ictihad edilen fetvâyı arayıp bulmak ve onu tatbik etmektir ki bunun mahalli, fıkıh ve kelâm ilimleriyle ilgili yazılmış olan eserlerdir. Bunun aksine hareketle Kur’ân-ı Kerîm’in meâllerinden fetva çıkartmaya çalışanların, “Salât” kelimesinin lügat mânâsına bakarak farz namazları dahî terk edecek duruma geldikleri ortadadır. Bu îtibarla îtikadî veyâ fıkhî bir hükmü anlamak isteyen bir Müslüman’ın, sâde bir meâlle yetinmeyip mutlaka Ehl-i Sünnet ulemâsı tarafından bu konuda yazılmış kitaplara müracaat etmesi şarttır. Aksi takdirde günümüzde müşâhede ettiğimiz üzere Ehl-i Sünnet dışı Mu‘tezile, Müşebbihe ve Cebriyye gibi sapık fırkaların inançlarına bulaşması kaçınılmaz olur. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm âyetleri bir bütün hâlinde ele alındığında birbirini tasdik ve tefsir eder bir mâhiyet taşımaktadır. Dolayısıyla Kur’ân ve Sünnet’te; tahsîs, takyîd ve istisnâ (birinin, diğerinin hükmünü özelleştirmesi veyâ kayıt altına alması yâhut bâzı şeyleri o hükümden ayrı tutması) gibi hükümler cârîdir. Meselâ En‘âm Sûresi’nin 145. âyet-i kerîmesinde haram olan yiyeceklerin dört maddeye hasredildiği görülmekteyken, Mâide Sûresi’nin üçüncü âyet-i kerîmesinde ve diğer birçok hadîs-i şerîfte daha birçok haram yiyecekler bulunduğu belirtilmiştir. Yine böylece; Kasas Sûresi’nin 56. âyet-i kerîmesinde Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den hidayet vasfı nefyedilmişken, Şûra Sûresi’nin 52. âyet-i kerîmesinde ise bu sıfat kendisine isnâd edilmiştir. Ayrıca; İnsân Sûresi’nin 30. âyet-i kerîmesinde Allâh-u Te‘âlâ’nın dilemesi olmadan kullarının dilemesinin bir şeye yaramayacağı beyan edilmişken, En‘âm Sûresi’nin 148. âyet-i kerîmesinde müşriklerin, Allâh-u Te‘âlâ’nın dilemesini öne çıkaran sözlerine karşılık onlar tasdik edilmemiş, bilakis tekzib ve inkâra nisbet edilmişlerdir. Bu gibi birçok misali göz önünde bulunduracak olursak; inanç veyâ amelle ilgili herhangi bir konudaki kesinleşmiş bir kararı mücerred bir meâlden anlayabilmek, müfessirlerin bu husustaki çözüm ihtiva eden beyanlarını hiç bilmeyenler hakkında mümkün görülebilecek bir şey değildir! Tüm bu yönler göz önünde bulundurulduğunda terceme ve meâl adı altında hazırlanan eserlerin, hükme kaynak ittihaz edilmelerinin büyük sakıncaları bir nebze olsun anlaşılmıştır. Dolayısıyla mensûh âyetlerin bildirilmesi ve ayrı ayrı mânâlara ihtimalli olan bâzı âyetlerin parantez ve notlarla îzâh edilmesi, çelişkili gibi görülen bâzı noktaların, Kur’ân-ı Kerîm’in tercümânı lakabına hâiz olan İbnü Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ) gibi selef-i sâlihînden gelen çözümlerle vuzûha kavuşturulması gibi birtakım şartlara bağlı kalınmak sûretiyle yapılacak bir meâlin ihtiyaçlara cevap vereceği ve çok faydalı olacağı ittifakla benimsenmiş bir husustur. İşte biz bu meâlimizde bütün bu şartlara riâyet etmek üzere izah gereken hiçbir noktayı kapalı bırakmayıp, muteber tefsirlerde zikredilen müfessirlerin isabetli görüşleriyle her bir âyeti tek tek incelemeye gayret ettik. Ancak kimsenin iddiâ edemeyeceği gibi, bizim de hatasızlık gibi bir iddiâmız asla mevcut olmayıp, sehven vâki olan kusurlarımızın bağışlanmasını Allâh-u Te‘âlâ ve Tekaddes Hazretleri’nden, Kur’ân-ı Kerîm hatırına niyâz eder ve bu hizmette emeği geçenlere Mevlâ Te‘âlâ’dan feyiz ve tevfikler talep ederim.
3- Meâl yapılırken Kur’ân-ı Kerîm’de yoruma müsâid olan kelime ve cümlelerin tercemesinin, lügatlara veyâ Kur’ân-ı Kerîm’deki diğer kullanış şekillerine bakılıp ortama, güne ve gündeme itibar edilerek açıklanması Kur’ân-ı Kerîm’i tahrife ve tebdile sebebiyet verebilir. Nitekim birtakımlarının, Allâh-u Te‘âlâ’nın gazabını çekmek pahasına da olsa, birilerine şirin görünmek için, Nisâ Sûresi’nin 34. âyet-i kerîmesinde geçen: “Nasîhat kâr etmeyen, yatak ayırmak sûretiyle de yola gelmeyen kadınların dövülmesi” hakkında kullanılan “Darb” ifâdesini, oradaki harf-i cersiz isti‘mâliyle lügatta dahî bulunamayan “Uzaklaştırma” tâbiriyle terceme ederek veyâ bu kelimeyi, lügatta bulunsa da, Ehl-i Sünnet’e mensup hiçbir müfessir tarafından bu makamda kabul görmeyen “Cinsî münâsebet” anlamında yorumlayarak, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), sahâbe, tâbi‘în, ve cumhûr-u müfessirîne muhâlif bir yola girmeleri, “Zaman Kur’an’a uymuyorsa, Kur’an’ı zamana uydur!” şeklindeki bâtıl felsefenin mahsûlü olan bu tahrîfin en bâriz örneklerindendir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in terceme ve meâlini yapmaktan maksat; o kelimenin lügatta veyâ Kur’ân-ı Kerîm’de kaç mânâda kullanıldığı değil, Allâh-u Te‘âlâ’nın, îrâd buyurduğu herhangi bir yerde, ondan ne kastettiğidir ki, bunun akılla tespiti, tercih bilâ müraccih (ağır bastıracak bir neden olmaksızın bir şeye öncelik vermek) olur.
Dolayısıyla burada tek tespit vasıtası, nakilden ibaret kalmıştır. O halde terceme yapılırken gözetilecek husus; o kelime veyâ cümle hakkında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den veyâ sahâbe ve tâbi‘înden yâhut cumhûr-u müfessirînden gelen rivâyetlere göre terceme yapma zorunluluğunun farkında olmaktır. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm’in lügatını, ıstılâhını, iniş sebeplerini ve iniş yerlerini en iyi bilenler ancak bu zatlardır. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde geçen “Salât” kelimesi lügata bakıldığında bir anlamda “Duâ” olarak karşılık bulmaktaysa da, Kur’ân-ı Kerîm’de geçenler bu mânâda tefsir edilemez. Çünkü bu kelimenin Kur’ân-ı Kerîm’de geçen mânâsı; Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), sahâbe, tâbi‘în ve cumhûrun ittifakıyla “Beş vakit farz namaz” olarak kesinleşmiştir. Hâl böyleyken buna eş anlamlı olarak dahî “Duâ” mânâsının verilmesi birçok sıkıntı meydana getirir. Nitekim “Salâtın, vakitli olarak farz kılındığı”nı beyan eden Nisâ Sûresi 103. âyet-i kerîmesine göre, “Belli vakitlerde duâ yapılması farzdır” gibi bir hükme varılması gerekir. Hâlbuki dinde belli vakitlerde duâ yapmanın farz olduğuna dair hiçbir delil yoktur. Yine böylece birileri bu mânâdan yola çıkarak: “Namaz farz değildir, duâ kâfîdir” kanâatine varıp, kendilerini dinden çıkaracak bir inanca sâhip olabilirler. Nitekim günümüzde bu fikirde olanlar mevcuttur. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. İşte bu nedenle biz bu meâlimizde, gök ilimleriyle uğraşanların yeni bir buluşuna yâhut doktorların yeni bir keşfine göre meâlleri değiştirenlerin tersine her bir kelime ve cümle hakkında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den veyâ sahâbe ve tâbi‘înden yâhut cumhûr-u müfessirînden gelen rivâyetlere göre terceme yapmayı esas almışızdır.
4- Bâzı âyet-i kerîmelerin sonunda geçen Allâh-u Te‘âlâ’ya âit isim ve sıfatlar, o âyet-i kerîmenin muhtevasıyla ilgili farklı mânâlara delâlet ettiklerinden parantez içerisinde o özel mânâya yer verilmiştir. Ayrıca isim ve sıfatlarda bulunan sonsuz mânâlar, Türkçe’de tek kelimeyle ifâde edilemeyeceğinden ve İlâhî isimler, (âyet ve hadis gibi bir nass bulunmaksızın akıl yoluyla tespit edilemeyecek şekilde) tevkîfî olduğu için, Türkçe bir kelimeyle tercemesi uygun ve yeterli görülmediğinden, ism-i şeriflerin Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen lafızları titizlikle korunmuş, öncelerinde veyâ sonralarında ise tefsirlerde geçen bâzı uygun mânâlar açıklanmıştır.
MEÂLİMİZDE BULUNAN BÂZI ÖZELLİKLER
1- Yeni meâl hazırlayan bâzı ilâhiyatçıların savunduğu gibi parantezsiz bir meâl asla sadra şifa verecek bir terceme ihtiva edemez. Zîrâ Arap lisanı Türkçe’ye hiç uymadığı gibi, hazif ve takdirler üzerine kurulu bir lügatı, tıpa tıp terceme ederek tam mânâsıyla ifâde etmek imkân hâricindedir. “Ben yaptım oldu!” kabîlinden birtakım sözlere karşılık cevabımız; “Peki kim ne anladı?!” demekten öteye geçmez. Kaldı ki bu iddiâ sâhiplerinin meâllerine bakıldığında, parantez yerine taksim (/) ve tire (-) gibi birtakım işaretler kullandıkları gözden kaçmamaktadır.
Dolayısıyla bizim bu meâlimizde tâkip ettiğimiz usûl; âyet-i kerîmelerin ihtiva ettiği kıymetli lafızların karşılıklarını parantez dışı ve belirgin bir şekilde kaydedip, lafz-ı celîlde vaki olmayan bir kelimeye dahî meâlde yer vermemeye ve metni şerîfte bulunan bir harfin dahî mânâsını ihmâl etmemeye âzâmî gayret göstermektir, tâ ki Allâh-u Te‘âlâ’nın kelâmından olmayan ifâdeler, Kelâm-ı Kadîm ile karıştırılmasın ve Kelâm-ı İlâhî’de bulunan herhangi bir kelime mânâsız kalmasın!
Meselâ akış ve edebiyatı ihlâl eder endişesiyle tekrarlamaktan kaçınmaksızın (???) ve (?????) gibi lafızlara: “İşte sana! Bu...”, “İşte sana! Onlar…” gibi mânâlar vermeye özen gösterdik ki, bu mânâların hangi kelimelerden çıktığı erbâbınca mâlumdur!
Yine böylece hiçbir zamirin mânâsı ihmâl edilmemiş, ancak birçok meâlde yapıldığı gibi sarih isimlerle terceme yapılmayıp, zamir mânâsının özelliği korunmuştur ve ne kadar fazla tekrar edilse de, akışın bozulması göze alınarak her biri meâlde yerini bulmuştur. Ayrıca tefsirlerde açıklanan gizli kasemlerin her biri zikredilmiş ve bâzı âyet-i kerîmelerin meâllerinde bunun defaatle tekrarlanmasından kaçınılmamıştır. Özellikle te’kîd ve tahkîk ifâde eden harflere birer birer mânâları verilmiş ve yerine göre: “Elbette”, “Şüphesiz”, “Muhakkak”, “Gerçekten”, “Kesinlikle” gibi değişik tabirler kullanılarak, tekrarlanan yerlerde ise farklı mânâlar tercih edilerek mânâ akışı sağlanmaya çalışılmıştır.
2- Meâlin metninde geçen (,) virgüller metinle alâkalıdır. Ancak bâzı yerlerde tefsir ve îzâh mâhiyetli getirildiği de olmuştur ki, bunlar okuyucularımızın nazarı dikkatinden kaçacak şeyler değildir.
3- Âyet-i kerîmelerde geçen kelime veyâ cümlelerin farklı fakat vazgeçilemeyecek derecede güçlü mânâları mevcutsa; o zaman ikinci veyâ üçüncü mânâlar, taksim (/) işaretiyle metinde farklı yazı şekliyle (renkli ve eğik olarak) belirtilmiştir. Bu farklı mânâlar bâzen bir kelimenin, bâzen de bir cümlenin ikinci veyâ üçüncü mânâsı olabilir. Bundan dolayı dikkatli okunulması durumunda anlaşılması zor olmayacaktır.
4- Sûrelerin başlarında iniş yerlerini belirtmek için zikredilen Mekkî/Medenî ifâdeleri bâzı yerlerde Kur’ân-ı Kerîm hattında yazılı olan ifâdeden farklı görülebilirse de, bu bir gaflet eseri olmayıp, tefsirlerde ağır basan görüşlere dayanmaktadır.
BU YENİ İLÂVELİ VE TASHİHLİ MEÂLDEKİ FARKLAR
1- Müteşâbihât âyetlerinde “Kudret eli” gibi tâbirler Osmanlı ulemâsından naklen zikredilegelmiştir. Fakat daha sonra İmâm-ı Ğazâlî (Rahimehullâh)ın “İlcâmü’l-‘avâm ‘an ‘ılmi’l-kelâm” isimli eserindeki mütâlaamız netîcesinde “Bu gibi müteşâbihâtın hiçbir dille, hiçbir lisân ile tercemesi câiz değildir” (el-Ğazâlî, İlcâmü’l-‘avâm ‘an ilmi’l-kelâm, Mecmû‘atü Rasâili’l-Ğazâlî, Risâle rakamı:14, sh:42) şeklindeki beyânını görünce îtikadî meselelerde ihtiyâta riâyet evlâ olduğundan dolayı bu gibi kelimelerden “Yed”, “Vecih”, “Yemîn” kelimeleri gibi müteşâbih kelimelerin selefin tarîki üzere kendisini kullanmayı değil de daha selâmetli yol olan halefin mezhebi üzere “Tasarruf” ve “Yönetim” mânâları ile tefsîr ettik.
2- Peygamberlerin kıssalarıyla ilgili; özellikle Sâd Sûresi’nde Eyyûb (Aleyhisselâm), Dâvûd (Aleyhisselâm) ve Süleymân (Aleyhisselâm)ın kıssalarında evvelce de zayıf ve mercuh rivâyetlere yer vermeyip sahîh kavilleri tercih etmişsek de, enbiyâ-ı izâmın yüce makamlarına halel getirmesi ihtimâli de olsa yeni neslin bu hususta edebe riâyetleri gün geçtikçe azaldığından, bir kelimeden bir mânâ çıkararak bir nebiy-yi zîşâna hakaret edip de kâfir olurlar tehlikesinden dolayı rivâyetler içerisinde daha ziyâde tercihler yaptık ve tercemelerimizde kelimelerimizi dikkatle seçtik. Böylece sahîhler içerisinde peygamberlerin ismetini en ziyâde muhâfaza eden rivâyetlerle bâzı rivâyetleri tebdîl ettik.
3- Bu meâlimizde şerh gereken bâzı yerlerde âyet-i kerîmelerin altlarına tefsirlerden faydalı îzahlar yazdığımız mâlum olan bir husustur. Evvelce kaynağı merâk edilebilecek ya da ihtilâf çıkarabilecek yerler dahî olsa bu tefsirlerin ve hadîs-i şerîflerin bâzısında sâdece tefsîr isimleri vererek iktifâ etmiş iken şimdi ise bu gibi yerlerde yazılan mâlûmâtı arayan tâlipler için kaynaklarına ulaşmak bakımından daha kolaylık olsun diye tefsîrlerin cilt ve sahîfelerini, hadîs-i şerîflerin kaynaklarını tafsîlatlı bir şekilde beyân ettik.
4- Evvelce tıpa tıp mânâ vermeye çok önem verdiğimiz sizlerin de mâlûmudur. Dolayısıyla metinde olan bir kelimeyi hâriçte bırakmadık, metinde olmayan bir şeyi de bolt (koyu renkli) olan metne ilâve etmedik. Fakat ne kadar olsa her gözden geçirilişte bâzı şeylerin kaçtığına rastlanmaktadır. Bu baskıda Kur’ân-ı Kerîm’in başından sonuna kadar tekrar metin ve terceme muvâfakatını inceden inceye tahkîk ettik. Bâzı parantezlerde bulunan uzun ifâdelerden dolayı anlaşma zorluğu çıkaracak yerlerde daha kısa ifâdelerle iktifâ ederek sizlerin anlamanıza kolaylık sağlamayı murâd ettik.
5- Yine evvelki baskılarımızda aynı âyetteki bâzı cümlelere veyâ bâzı kelimelere müfessirler tarafından verilen farklı mânâları (/) taksim işâretinin ardından yazıyorduk, fakat bu tertip bâzen çok uzadığından insanların geriden gelen mânâyı kopartmasına sebep olacağı yerler görünce, tefsirlerde farklı mânâlar zikredilse de bâzı (/) taksim işâretlerini hazfettik. Sâdece zarûrî olarak anlamanız gereken farklı mânâ varsa onu ibka ettik.
6- Evvelce (/) taksim işâreti arasında kelimenin veyâ cümlenin sâdece mânâsını vererek geçiyorduk, bu da okuyucunun (/) taksimden sonraki bölümle geriyi irtibatlandırmasında zorluk çıkarabiliyordu. Şimdi ise (/) taksim işâreti içerisine sâdece o cümlenin ya da kelimenin değil de oradaki irtibâtın kurulabilmesi için gereken miktarda kelimeleri işâretler arasında tekrarladık.
- Açıklama
SİPARİŞİNİZDE RENK BİLDİRİNİZ !!!
kahverengi - mavi - pembe
Kuranı Mecid Tefsirli Meali Alisi Metinsiz Meal
Ehl-i Sünnet menheci üzere yazılan tefsir ve meâllerin içinde birçok yönü ile ayrıcalıklı olan Kur’ân-ı Mecîd ve Tefsirli Meâl-i Âlîsi hem ilim ehli hem de akademik câmia nezdinde oldukça önem kazanmış ve takdir edilmiştir. Bu kıymetli eser birçok medrese ve kurslarda ders kitabı hâline gelmiş, hoca ve talebelerin tefsir alanında ufkunu açmıştır. Özellikle kız kurslarında okutulan bu eser, hanım kardeşlerimizin özel hâllerinde de istifâde edebilmesi ve derslerini sekteye uğratmaması için sâdece Türkçe olarak hazırlanarak basılmıştır. Cenab-ı Hakk’tan bu kıymetli eserin sâhibi Mahmud Efendi Hazretleri’ne hayırlı uzun ömürler, eserde emeği geçen hoca efendilere sağlık ve âfiyetler temenni ediyoruz.
MUKADDİME
Bütün hamdler O Allâh-u Te‘âlâ’ya mahsustur ki; cem‘ ve tenzîh makamından, hiçbir noksanı bulunmayan Arapça bir Kur’ân indirdi. Ayrıca O, burhân ve huccetleri üstün ve parlak olarak, bir de onu her zaman diliminde bâkî bir mûcize olarak ebedîleştirdi.
Sonsuz salât ve sınırsız selâm, Efendimiz Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) üzerine olsun ki onun zâtı, âyât-ı tenzîliyyenin mehbitı, ahlâkı ise Hazret-i Kur’ân’dan ibaret idi.
Ehl-i Beyt’ine, ashâbına ve kıyâmete kadar ihsân ile onlara tâbi olanlara da bî hadd ve bî add salât-ü selâm olsun ki, onlar tenzîl nurlarının meşrıkleri ve te’vîl sırlarının mağribleriydi.
Bundan sonraki beyânımız şu yöndedir ki; bu “Tefsirli Meâl”e başlarken sebeb-i te’lîfi ortaya koymayı uygun gördük, şöyle ki: Yıllardan beri sohbetlerimizi takip eden kardeşlerimizin malûmu vechile; eski deyimle “Kırık mânâ” olarak ifâde edilen üslûb üzere Kur’ân-ı Kerîm’in kelime kelime mânâsını açıklamak ve sonra toplu mânâyı çıkarmak âdetimiz olup, en büyük arzularımızdan biri de isteklileri tarafından bu usûlün öğrenilip öğretilmesiydi.
Mânevî işaret üzere başlatmış olduğumuz “Rûhu’l-Furkan Tefsîri”mizin bu gâyeye ne derece hizmet ettiği, beyâna muhtaç değildir.
Ancak ihvân-ı dîn ile ilgili bu zamana kadar yapmaya mecbur olduğumuz birçok vazife ve meşguliyetimiz, ayrıca karşımıza çıkan bâzı mâniler dolayısıyla; 8 Safer 1426 (18 Mart 2005) tarihine ulaştığımız günlerde tefsîrimiz henüz En‘âm Sûre-i Celîlesi’nin sonuna gelebilmiştir.
Tefsîrimizin, sahasında yazılan eserlere kıyasla geniş muhtevası, birçok kaynaklara dayanan ilmî bir faaliyet oluşu ve zamanın bereketsizliği göz önünde bulundurulduğunda, ilk ve asıl gâyemiz olan Kur’ân-ı Kerîm’in tümü hakkında yapılması hedeflenmiş tefsirli bir meâlin siz okuyucularımıza ancak seneler sonra tam bir şekilde ulaşacağı görüşü böylece herkese hâkim oldu.
Bu yüzden A‘râf Sûresi’nin tefsirinin yapılacağı 13. cilde başlamadan önce tefsir çalışmamızı bir sürelik durdurup, Allâh-u Te‘âlâ’nın tevfîkıyle tefsirli bir meâli itmamdan sonra inşâallah tekrar tefsir çalışmamıza dönerek, tâliplerine takdime sa‘y-ü gayret göstermeyi uygun gördük. Çalışmak bizden, muvaffak kılmak ise ancak Allâh-u Te‘âlâ’dandır. Ancak “Bunca meâl varken yeni bir meâle ne ihtiyaç vardı?” şeklinde bir soru kaçınılmaz olarak akla gelebileceği için, meâlimizin diğerlerinden farkını açıkça ortaya koyma ve herkesin bu meâle niçin ihtiyaç duyacağı gerçeğini izah etme gereğini fark ettiğimizden, bu noktada bu hususu maddeler hâlinde serdettik:
1- Belirtmeden geçemeyeceğimiz en önemli hususlardan biri şudur ki; âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin kuru kuruya tercemesi yapılıp, gereken îzâh verilmediği takdirde bu işin zararı faydasını geçebilir. Zîrâ Kitap ve Sünnet’te “Nesh” denilen bir hüküm geçerlidir ki bu: “Şer‘î bir hükmün, Allâh-u Te‘âlâ tarafından tümüyle kaldırılması veyâ misli yâhut daha iyisiyle değiştirilmesi” demektir. Meselâ Bakara Sûre-i Celîlesi’nin 180. âyet-i kerîmesinde: “Ardından mal bırakacak kişinin ana-babasına ve akrabasına vasiyet etmesinin farz olduğu” açıkça bildirilmiştir. Hâlbuki daha sonra gelen Nisâ Sûresi’nin 11 ve 12. “Mîras âyetleri” ile herkesin ne alacağı taksim edilmiş olduğundan, ölecek kişinin kafasına göre vasiyet yapmasının farziyeti kaldırılmaktan öte, yapsa bile geçersiz sayılmıştır. Dolayısıyla Bakara Sûresi’nin âyetinin meâli verilirken, hükmünün nesh edildiğine dâir bilgi verilmezse, okuyucu bu hükmün geçerli olduğunu sanarak hataya düşebilir. Bunun misallerini çoğaltabiliriz. Binâenaleyh; âyetler arasındaki neshin mutlaka îzahlarla da olsa kaydedilmesi gerekir. İşte biz bu meâlimizde bu konuya hassasiyetle eğildik. Ancak bunu yaparken nesholunduğu hususu ittifak konusu olan yerleri açıkça belirttik, zaman ve zemine göre işlevi devam eden birçok âyet-i kerîmeyi de mensûh olarak değerlendirmeyip, müfessirlerin beyanı vechile farklı şartlarla ele aldık.
2- Yine böylece; Ehl-i Sünnet ulemâsının görüşlerini parantezler ve îzahlarla belirtmeye son derece özen gösterdik. Meselâ Nisâ Sûresi’nin 93. âyet-i kerîmesinde “Bir mümini kasten öldürenin ebedî cehennemde kalacağı” bildirilmiştir. Hâlbuki diğer birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde “Ne kadar günahı olsa da îmân üzere ölenin cehennemde ebedî kalmayacağı”, hattâ “Allâh-u Te‘âlâ’nın dilemesi durumunda bağışlanıp, cehenneme hiç girmeden de cennete girebileceği” açıklanmıştır. İşte bütün âyet ve hadîsleri birlikte mütâlaa eden Ehl-i Sünnet ulemâsı, bu âyet-i kerîmeye: “Bir mümini îmânı yüzünden öldüren yâhut adam öldürmeyi helâl sayarak cinayet işleyen kişi kâfir olacağından cehennemde ebedî kalacaktır” diye tefsir etmişlerdir. Diğer bir misâl olarak; Müddessir Sûresi’nin 43. âyet-i kerîmesinde cehennem ehlinin ifâdesi olarak zikredilen: “Biz namaz kılanlardan değildik” âyet-i kerîmesi, Ehl-i Sünnet ulemâsı tarafından: “Biz namazın farziyetine inananlardan değildik” şeklinde tefsir edilmiştir. Zâten ileride gelen: “Biz cezâ gününü de yalanlardık” sözleri, Ehl-i Sünnet’in bu tefsîrinin ne kadar isabetli olduğunu ortaya koymaktadır. İşte biz bu meâlimizde Kur’ân-ı Kerîm’in metnine hiçbir ilâve yapmaksızın, parantezler vasıtasıyla bu mânâları okuyuculara naklettik. Bu hususlara riayet edilmeksizin yapılan meâlleri okuyan kimseler ise, bâzı günahların insanı cehennemde ebedî bırakacağı yâhut namaz kılmayanın kâfir olacağı gibi, Ehl-i Sünnet îtikadına ters düşen sapık inançlara kapılma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Hassâsiyetle üzerinde durulması gereken bir başka husus da şudur ki; Kur’ân-ı Kerîm’den hüküm çıkarmak ancak mezhep imamlarının ve müctehidlerin başarabileceği bir iştir. Bu zevât-ı kirâm fıkhî meselelerin tümünü delillerinden istinbat ederek hazır bir halde önümüze sunmuşlardır. Artık bize gereken; delillerden hüküm çıkarmaya uğraşmak olmayıp, ehli tarafından ictihad edilen fetvâyı arayıp bulmak ve onu tatbik etmektir ki bunun mahalli, fıkıh ve kelâm ilimleriyle ilgili yazılmış olan eserlerdir. Bunun aksine hareketle Kur’ân-ı Kerîm’in meâllerinden fetva çıkartmaya çalışanların, “Salât” kelimesinin lügat mânâsına bakarak farz namazları dahî terk edecek duruma geldikleri ortadadır. Bu îtibarla îtikadî veyâ fıkhî bir hükmü anlamak isteyen bir Müslüman’ın, sâde bir meâlle yetinmeyip mutlaka Ehl-i Sünnet ulemâsı tarafından bu konuda yazılmış kitaplara müracaat etmesi şarttır. Aksi takdirde günümüzde müşâhede ettiğimiz üzere Ehl-i Sünnet dışı Mu‘tezile, Müşebbihe ve Cebriyye gibi sapık fırkaların inançlarına bulaşması kaçınılmaz olur. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm âyetleri bir bütün hâlinde ele alındığında birbirini tasdik ve tefsir eder bir mâhiyet taşımaktadır. Dolayısıyla Kur’ân ve Sünnet’te; tahsîs, takyîd ve istisnâ (birinin, diğerinin hükmünü özelleştirmesi veyâ kayıt altına alması yâhut bâzı şeyleri o hükümden ayrı tutması) gibi hükümler cârîdir. Meselâ En‘âm Sûresi’nin 145. âyet-i kerîmesinde haram olan yiyeceklerin dört maddeye hasredildiği görülmekteyken, Mâide Sûresi’nin üçüncü âyet-i kerîmesinde ve diğer birçok hadîs-i şerîfte daha birçok haram yiyecekler bulunduğu belirtilmiştir. Yine böylece; Kasas Sûresi’nin 56. âyet-i kerîmesinde Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den hidayet vasfı nefyedilmişken, Şûra Sûresi’nin 52. âyet-i kerîmesinde ise bu sıfat kendisine isnâd edilmiştir. Ayrıca; İnsân Sûresi’nin 30. âyet-i kerîmesinde Allâh-u Te‘âlâ’nın dilemesi olmadan kullarının dilemesinin bir şeye yaramayacağı beyan edilmişken, En‘âm Sûresi’nin 148. âyet-i kerîmesinde müşriklerin, Allâh-u Te‘âlâ’nın dilemesini öne çıkaran sözlerine karşılık onlar tasdik edilmemiş, bilakis tekzib ve inkâra nisbet edilmişlerdir. Bu gibi birçok misali göz önünde bulunduracak olursak; inanç veyâ amelle ilgili herhangi bir konudaki kesinleşmiş bir kararı mücerred bir meâlden anlayabilmek, müfessirlerin bu husustaki çözüm ihtiva eden beyanlarını hiç bilmeyenler hakkında mümkün görülebilecek bir şey değildir! Tüm bu yönler göz önünde bulundurulduğunda terceme ve meâl adı altında hazırlanan eserlerin, hükme kaynak ittihaz edilmelerinin büyük sakıncaları bir nebze olsun anlaşılmıştır. Dolayısıyla mensûh âyetlerin bildirilmesi ve ayrı ayrı mânâlara ihtimalli olan bâzı âyetlerin parantez ve notlarla îzâh edilmesi, çelişkili gibi görülen bâzı noktaların, Kur’ân-ı Kerîm’in tercümânı lakabına hâiz olan İbnü Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ) gibi selef-i sâlihînden gelen çözümlerle vuzûha kavuşturulması gibi birtakım şartlara bağlı kalınmak sûretiyle yapılacak bir meâlin ihtiyaçlara cevap vereceği ve çok faydalı olacağı ittifakla benimsenmiş bir husustur. İşte biz bu meâlimizde bütün bu şartlara riâyet etmek üzere izah gereken hiçbir noktayı kapalı bırakmayıp, muteber tefsirlerde zikredilen müfessirlerin isabetli görüşleriyle her bir âyeti tek tek incelemeye gayret ettik. Ancak kimsenin iddiâ edemeyeceği gibi, bizim de hatasızlık gibi bir iddiâmız asla mevcut olmayıp, sehven vâki olan kusurlarımızın bağışlanmasını Allâh-u Te‘âlâ ve Tekaddes Hazretleri’nden, Kur’ân-ı Kerîm hatırına niyâz eder ve bu hizmette emeği geçenlere Mevlâ Te‘âlâ’dan feyiz ve tevfikler talep ederim.
3- Meâl yapılırken Kur’ân-ı Kerîm’de yoruma müsâid olan kelime ve cümlelerin tercemesinin, lügatlara veyâ Kur’ân-ı Kerîm’deki diğer kullanış şekillerine bakılıp ortama, güne ve gündeme itibar edilerek açıklanması Kur’ân-ı Kerîm’i tahrife ve tebdile sebebiyet verebilir. Nitekim birtakımlarının, Allâh-u Te‘âlâ’nın gazabını çekmek pahasına da olsa, birilerine şirin görünmek için, Nisâ Sûresi’nin 34. âyet-i kerîmesinde geçen: “Nasîhat kâr etmeyen, yatak ayırmak sûretiyle de yola gelmeyen kadınların dövülmesi” hakkında kullanılan “Darb” ifâdesini, oradaki harf-i cersiz isti‘mâliyle lügatta dahî bulunamayan “Uzaklaştırma” tâbiriyle terceme ederek veyâ bu kelimeyi, lügatta bulunsa da, Ehl-i Sünnet’e mensup hiçbir müfessir tarafından bu makamda kabul görmeyen “Cinsî münâsebet” anlamında yorumlayarak, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), sahâbe, tâbi‘în, ve cumhûr-u müfessirîne muhâlif bir yola girmeleri, “Zaman Kur’an’a uymuyorsa, Kur’an’ı zamana uydur!” şeklindeki bâtıl felsefenin mahsûlü olan bu tahrîfin en bâriz örneklerindendir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in terceme ve meâlini yapmaktan maksat; o kelimenin lügatta veyâ Kur’ân-ı Kerîm’de kaç mânâda kullanıldığı değil, Allâh-u Te‘âlâ’nın, îrâd buyurduğu herhangi bir yerde, ondan ne kastettiğidir ki, bunun akılla tespiti, tercih bilâ müraccih (ağır bastıracak bir neden olmaksızın bir şeye öncelik vermek) olur.
Dolayısıyla burada tek tespit vasıtası, nakilden ibaret kalmıştır. O halde terceme yapılırken gözetilecek husus; o kelime veyâ cümle hakkında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den veyâ sahâbe ve tâbi‘înden yâhut cumhûr-u müfessirînden gelen rivâyetlere göre terceme yapma zorunluluğunun farkında olmaktır. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm’in lügatını, ıstılâhını, iniş sebeplerini ve iniş yerlerini en iyi bilenler ancak bu zatlardır. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde geçen “Salât” kelimesi lügata bakıldığında bir anlamda “Duâ” olarak karşılık bulmaktaysa da, Kur’ân-ı Kerîm’de geçenler bu mânâda tefsir edilemez. Çünkü bu kelimenin Kur’ân-ı Kerîm’de geçen mânâsı; Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), sahâbe, tâbi‘în ve cumhûrun ittifakıyla “Beş vakit farz namaz” olarak kesinleşmiştir. Hâl böyleyken buna eş anlamlı olarak dahî “Duâ” mânâsının verilmesi birçok sıkıntı meydana getirir. Nitekim “Salâtın, vakitli olarak farz kılındığı”nı beyan eden Nisâ Sûresi 103. âyet-i kerîmesine göre, “Belli vakitlerde duâ yapılması farzdır” gibi bir hükme varılması gerekir. Hâlbuki dinde belli vakitlerde duâ yapmanın farz olduğuna dair hiçbir delil yoktur. Yine böylece birileri bu mânâdan yola çıkarak: “Namaz farz değildir, duâ kâfîdir” kanâatine varıp, kendilerini dinden çıkaracak bir inanca sâhip olabilirler. Nitekim günümüzde bu fikirde olanlar mevcuttur. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. İşte bu nedenle biz bu meâlimizde, gök ilimleriyle uğraşanların yeni bir buluşuna yâhut doktorların yeni bir keşfine göre meâlleri değiştirenlerin tersine her bir kelime ve cümle hakkında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den veyâ sahâbe ve tâbi‘înden yâhut cumhûr-u müfessirînden gelen rivâyetlere göre terceme yapmayı esas almışızdır.
4- Bâzı âyet-i kerîmelerin sonunda geçen Allâh-u Te‘âlâ’ya âit isim ve sıfatlar, o âyet-i kerîmenin muhtevasıyla ilgili farklı mânâlara delâlet ettiklerinden parantez içerisinde o özel mânâya yer verilmiştir. Ayrıca isim ve sıfatlarda bulunan sonsuz mânâlar, Türkçe’de tek kelimeyle ifâde edilemeyeceğinden ve İlâhî isimler, (âyet ve hadis gibi bir nass bulunmaksızın akıl yoluyla tespit edilemeyecek şekilde) tevkîfî olduğu için, Türkçe bir kelimeyle tercemesi uygun ve yeterli görülmediğinden, ism-i şeriflerin Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen lafızları titizlikle korunmuş, öncelerinde veyâ sonralarında ise tefsirlerde geçen bâzı uygun mânâlar açıklanmıştır.
MEÂLİMİZDE BULUNAN BÂZI ÖZELLİKLER
1- Yeni meâl hazırlayan bâzı ilâhiyatçıların savunduğu gibi parantezsiz bir meâl asla sadra şifa verecek bir terceme ihtiva edemez. Zîrâ Arap lisanı Türkçe’ye hiç uymadığı gibi, hazif ve takdirler üzerine kurulu bir lügatı, tıpa tıp terceme ederek tam mânâsıyla ifâde etmek imkân hâricindedir. “Ben yaptım oldu!” kabîlinden birtakım sözlere karşılık cevabımız; “Peki kim ne anladı?!” demekten öteye geçmez. Kaldı ki bu iddiâ sâhiplerinin meâllerine bakıldığında, parantez yerine taksim (/) ve tire (-) gibi birtakım işaretler kullandıkları gözden kaçmamaktadır.
Dolayısıyla bizim bu meâlimizde tâkip ettiğimiz usûl; âyet-i kerîmelerin ihtiva ettiği kıymetli lafızların karşılıklarını parantez dışı ve belirgin bir şekilde kaydedip, lafz-ı celîlde vaki olmayan bir kelimeye dahî meâlde yer vermemeye ve metni şerîfte bulunan bir harfin dahî mânâsını ihmâl etmemeye âzâmî gayret göstermektir, tâ ki Allâh-u Te‘âlâ’nın kelâmından olmayan ifâdeler, Kelâm-ı Kadîm ile karıştırılmasın ve Kelâm-ı İlâhî’de bulunan herhangi bir kelime mânâsız kalmasın!
Meselâ akış ve edebiyatı ihlâl eder endişesiyle tekrarlamaktan kaçınmaksızın (???) ve (?????) gibi lafızlara: “İşte sana! Bu...”, “İşte sana! Onlar…” gibi mânâlar vermeye özen gösterdik ki, bu mânâların hangi kelimelerden çıktığı erbâbınca mâlumdur!
Yine böylece hiçbir zamirin mânâsı ihmâl edilmemiş, ancak birçok meâlde yapıldığı gibi sarih isimlerle terceme yapılmayıp, zamir mânâsının özelliği korunmuştur ve ne kadar fazla tekrar edilse de, akışın bozulması göze alınarak her biri meâlde yerini bulmuştur. Ayrıca tefsirlerde açıklanan gizli kasemlerin her biri zikredilmiş ve bâzı âyet-i kerîmelerin meâllerinde bunun defaatle tekrarlanmasından kaçınılmamıştır. Özellikle te’kîd ve tahkîk ifâde eden harflere birer birer mânâları verilmiş ve yerine göre: “Elbette”, “Şüphesiz”, “Muhakkak”, “Gerçekten”, “Kesinlikle” gibi değişik tabirler kullanılarak, tekrarlanan yerlerde ise farklı mânâlar tercih edilerek mânâ akışı sağlanmaya çalışılmıştır.
2- Meâlin metninde geçen (,) virgüller metinle alâkalıdır. Ancak bâzı yerlerde tefsir ve îzâh mâhiyetli getirildiği de olmuştur ki, bunlar okuyucularımızın nazarı dikkatinden kaçacak şeyler değildir.
3- Âyet-i kerîmelerde geçen kelime veyâ cümlelerin farklı fakat vazgeçilemeyecek derecede güçlü mânâları mevcutsa; o zaman ikinci veyâ üçüncü mânâlar, taksim (/) işaretiyle metinde farklı yazı şekliyle (renkli ve eğik olarak) belirtilmiştir. Bu farklı mânâlar bâzen bir kelimenin, bâzen de bir cümlenin ikinci veyâ üçüncü mânâsı olabilir. Bundan dolayı dikkatli okunulması durumunda anlaşılması zor olmayacaktır.
4- Sûrelerin başlarında iniş yerlerini belirtmek için zikredilen Mekkî/Medenî ifâdeleri bâzı yerlerde Kur’ân-ı Kerîm hattında yazılı olan ifâdeden farklı görülebilirse de, bu bir gaflet eseri olmayıp, tefsirlerde ağır basan görüşlere dayanmaktadır.
BU YENİ İLÂVELİ VE TASHİHLİ MEÂLDEKİ FARKLAR
1- Müteşâbihât âyetlerinde “Kudret eli” gibi tâbirler Osmanlı ulemâsından naklen zikredilegelmiştir. Fakat daha sonra İmâm-ı Ğazâlî (Rahimehullâh)ın “İlcâmü’l-‘avâm ‘an ‘ılmi’l-kelâm” isimli eserindeki mütâlaamız netîcesinde “Bu gibi müteşâbihâtın hiçbir dille, hiçbir lisân ile tercemesi câiz değildir” (el-Ğazâlî, İlcâmü’l-‘avâm ‘an ilmi’l-kelâm, Mecmû‘atü Rasâili’l-Ğazâlî, Risâle rakamı:14, sh:42) şeklindeki beyânını görünce îtikadî meselelerde ihtiyâta riâyet evlâ olduğundan dolayı bu gibi kelimelerden “Yed”, “Vecih”, “Yemîn” kelimeleri gibi müteşâbih kelimelerin selefin tarîki üzere kendisini kullanmayı değil de daha selâmetli yol olan halefin mezhebi üzere “Tasarruf” ve “Yönetim” mânâları ile tefsîr ettik.
2- Peygamberlerin kıssalarıyla ilgili; özellikle Sâd Sûresi’nde Eyyûb (Aleyhisselâm), Dâvûd (Aleyhisselâm) ve Süleymân (Aleyhisselâm)ın kıssalarında evvelce de zayıf ve mercuh rivâyetlere yer vermeyip sahîh kavilleri tercih etmişsek de, enbiyâ-ı izâmın yüce makamlarına halel getirmesi ihtimâli de olsa yeni neslin bu hususta edebe riâyetleri gün geçtikçe azaldığından, bir kelimeden bir mânâ çıkararak bir nebiy-yi zîşâna hakaret edip de kâfir olurlar tehlikesinden dolayı rivâyetler içerisinde daha ziyâde tercihler yaptık ve tercemelerimizde kelimelerimizi dikkatle seçtik. Böylece sahîhler içerisinde peygamberlerin ismetini en ziyâde muhâfaza eden rivâyetlerle bâzı rivâyetleri tebdîl ettik.
3- Bu meâlimizde şerh gereken bâzı yerlerde âyet-i kerîmelerin altlarına tefsirlerden faydalı îzahlar yazdığımız mâlum olan bir husustur. Evvelce kaynağı merâk edilebilecek ya da ihtilâf çıkarabilecek yerler dahî olsa bu tefsirlerin ve hadîs-i şerîflerin bâzısında sâdece tefsîr isimleri vererek iktifâ etmiş iken şimdi ise bu gibi yerlerde yazılan mâlûmâtı arayan tâlipler için kaynaklarına ulaşmak bakımından daha kolaylık olsun diye tefsîrlerin cilt ve sahîfelerini, hadîs-i şerîflerin kaynaklarını tafsîlatlı bir şekilde beyân ettik.
4- Evvelce tıpa tıp mânâ vermeye çok önem verdiğimiz sizlerin de mâlûmudur. Dolayısıyla metinde olan bir kelimeyi hâriçte bırakmadık, metinde olmayan bir şeyi de bolt (koyu renkli) olan metne ilâve etmedik. Fakat ne kadar olsa her gözden geçirilişte bâzı şeylerin kaçtığına rastlanmaktadır. Bu baskıda Kur’ân-ı Kerîm’in başından sonuna kadar tekrar metin ve terceme muvâfakatını inceden inceye tahkîk ettik. Bâzı parantezlerde bulunan uzun ifâdelerden dolayı anlaşma zorluğu çıkaracak yerlerde daha kısa ifâdelerle iktifâ ederek sizlerin anlamanıza kolaylık sağlamayı murâd ettik.
5- Yine evvelki baskılarımızda aynı âyetteki bâzı cümlelere veyâ bâzı kelimelere müfessirler tarafından verilen farklı mânâları (/) taksim işâretinin ardından yazıyorduk, fakat bu tertip bâzen çok uzadığından insanların geriden gelen mânâyı kopartmasına sebep olacağı yerler görünce, tefsirlerde farklı mânâlar zikredilse de bâzı (/) taksim işâretlerini hazfettik. Sâdece zarûrî olarak anlamanız gereken farklı mânâ varsa onu ibka ettik.
6- Evvelce (/) taksim işâreti arasında kelimenin veyâ cümlenin sâdece mânâsını vererek geçiyorduk, bu da okuyucunun (/) taksimden sonraki bölümle geriyi irtibatlandırmasında zorluk çıkarabiliyordu. Şimdi ise (/) taksim işâreti içerisine sâdece o cümlenin ya da kelimenin değil de oradaki irtibâtın kurulabilmesi için gereken miktarda kelimeleri işâretler arasında tekrarladık.
Stok Kodu:97860511Boyut:12*16Sayfa Sayısı:636Kapak Türü:Suni Ciltli Sert KapakKağıt Türü:Şamua KağıtDili:Türkçe
- Taksit Seçenekleri
- Kuveyt TürkTaksit SayısıTaksit tutarıGenel ToplamTek Çekim220,00220,002116,60233,20379,20237,60640,33242,00928,84259,601026,40264,001124,60270,601222,92275,00
- Yorumlar
- Yorum yazBu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.