İmam Ebû Hanîfe (rh.a), bir hacc sezonunda Ehl-i Beyt'in Hüseynî kolunun reisi olan İmam Muhammed el-Bâkır (rh.a)'i ziyaret etmek, meclisinde bulunmak istemiş, ancak İmam el-Bâkır izin vermemişti. Olayın devamını İmam-ı A'zam'ın kendisinden dinleyelim:
“Gittim, meclisine oturdum ve
“Ebû Bekr ve Ömer (r.anhuma) hakkında ne dersin?” dedim.
“Allah, Ebû Bekr'e de Ömer'e de rahmet eylesin” diye karşılık verdi.
“(Size bağlı olduğunu söyleyen kimseler) Irak'ta, bizim yanımızda sizin Ebû Bekr ve Ömer'den teberri ettiğinizi söylüyorlar?” dedim. Şöyle dedi:
“Maazallah! Kâbe'nin Rabbi'ne yemin olsun ki yalan söylemişler! Ali (r.a)'ın, öz kızını, Fâtıma'dan olma Ümm Gülsüm'ü Ömer b. el-Hattâb'la evlendirdiğini bilmiyor musun? Ümm Gülsüm'ün kim olduğunu biliyor musun? Ninesi, cennet kadınlarının efendisi Hatice; dedesi, nebilerin sonuncusu, resullerin önderi, Âlemlerin Rabbi'nin elçisi Resulullah (s.a.v); annesi, âlemlerin kadınlarının efendisi Fâtıma; kardeşleri, cennet gençlerinin efendileri Hasan ve Hüseyin; babası, İslam'da şeref ve mansıp sahibi Ali b. Ebî Tâlib'dir! Ömer, Ümm Gülsüm'e kocalığa ehil olmasaydı babası onu Ömer'le evlendirmezdi.”
“Onlara (sizin adınıza bu yalanı yayanlara) hitaben bir mektup yazıp, bu yalandan teberri etseniz?” dedim; şöyle mukabele etti:
“Onlar mektuplarla söz dinlemiyor. İşte sen! Ben sana bizzat “Meclisime gelme” dediğim halde sen beni dinlemedin. Onların benim mektubumu dinleyeceğini mi düşünüyorsun?”1
Bu anekdot bize, Ehl-i Beyt–Râfıza ilişkisi konusunda çok şey söylüyor. Hz. Osman (r.a)'ın şehadetiyle başlayan ve İslam tarihinde bir daha silinemeyecek izler bırakan “kırılma”dan sadece bir kesittir bu! Abdullah b. Sebe' ile başlayıp bugünlere kadar gelen bu kırılma, tarih içinde yaşanan birtakım travmatik olayları da büyük bir ustalıkla manipüle ederek karayı ak, yalanı gerçek, vehmi hakikat yerine ikame etmeyi maalesef başarmış bulunan bir yapıya da vücut vermiştir. İtiraf edelim ki bu durum, Râfıza bakımından tarihî bir muvaffakiyettir. Özellikle 1979 İran devrimiyle daha bir ivme kazanarak etki alanını hızla genişleten bu tarihsel illüzyonun gerçek yüzünün ortaya çıkarılması, daha doğrusu bütün çıplaklığıyla zaten ortada duran bu “sanal gerçeklik”in –modern dönemde kimliğiyle birlikte hafızasını da büyük ölçüde kaybetmiş olan– ümmete yeniden anlatılması bir vecibe olarak önümüzde duruyor.
Kendi ideolojisini Ehl-i Beyt retoriği üzerinden dinleştiren bu yapı, Din'e de, Ehl-i Beyt'e de Ümmet'e de tarih boyunca büyük zararlar vermiştir. Tarihin bize ibretle naklettiği bu durum, bugün çok daha farklı bir veçheye bürünmüş bulunmaktadır.Tarih boyunca lokal bir hareket olarak kalmış bulunan Râfıza, İran devriminden sonra ABD/İsrail karşıtlığı retoriğini de son derece ustaca kullanarak etki alanını her geçen gün genişletmekte ve İslam Dünyası'nda dominant unsur olma yolunda hızla ilerlemektedir. Elbette bu sonucun ortaya çıkmasında, Ümmet'i bir arada tutan en merkezî kurum olan hilafetin ortadan kaldırılmış olmasının payı büyüktür. Tesbihin imamesi kaybolunca taneler dağılmıştır. İmamenin kaybolmasıyla oluşan boşlukta ortaya çıkan her bid'at akımın arkasında mutlaka bir veya birkaç devlet gücü bulunduğunu görmek şaşırtıcı değildir. Geldiğimiz noktada itikat işgalini toprak işgaline2tercih eden genç kuşakların “ABD/İsrail karşıtı”(!) İran'ın yanında yer alması, “denize düşen yılana sarılır” sözünün ironik bir tahakkuku gibidir:
“Madem ki Batı ve İsrail işgaline karşı çıkan tek güç İran'dır, o halde onun yanında yer almak her kesimin en temel görevidir. Bunun için Şia'yla aramızdaki itikadî ihtilafları unutmak durumundayız. Sünnî-Şiî ihtilafını gündeme getirmek, işgalcilerin ekmeğine yağ sürmek demektir. Esasen Ehl-i Beyt taraftarı olmaktan daha tabii bir şey olamaz. Zaten Emevîler'den itibaren kurulmuş olan bütün ‘Sünnî' devletler Ehl-i Beyt'in hakkını gasp noktasında ortak hareket etmiştir. Şu halde hem bu hakkın iadesi, hem de günümüz reel-politiğinin bir gereği olarak İran'ın: Şia'nın yanında saf tutmak İslamî bir vecibedir!”3
Evet, illüzyonun mantığı böyle işliyor. Reel-politikten kalkarak yine reeel-politiğe geliiyoruz; ama aradaki süreçlerde hayli makas değiştirmiş olarak! Bu savrulmanın dört başı mamur bir anatomisini çıkarabilmek için tarihte bir yolculuğa çıkarak, bugünün gençlerine gönüllü propagandistler tarafından “Ehl-i Beyt Mektebi” olarak pazarlanan “Rafızîlik” nam arızayı doğuran sebepleri kısa başlıklar halinde de olsa hatırlamamız gerekiyor:
Abdullah b. Sebe'
Hz. Osman (r.a) döneminde Müslüman olmuş görünen bu Yemen Yahudi'si, üçüncü halifenin şehit edilişiyle başlayan ve İslam tarihinde silinmez izler bırakan “fitne” sürecinin baş aktörlerinden birisi, hatta belki birincisidir. Rafızîlik ideolojisinin temellerini, ilk olarak bu zatın propaganda ettiği fikirlerde buluyoruz.
Bu bakımdan Abdullah b. Sebe'i tanımadan Râfızîliği tanımak ve anlamak mümkün değildir. Râfızîliğe karakterini veren en temel unsurlar onun temelini attığı binanın yapıtaşlarıdır.Tıpkı Hristiyanlığın kurucusu Pavlus (St. Paul) gibi o da döneminde ortaya çıkan gelişmeleri, yaşanan olayları, çeşitli inanç ve kültür unsurlarıyla ustaca kararak ortaya yeni bir yapı/inanç çıkarmayı başarabilmiş bir isimdir.Râfızîliğin karakteristik inanç unsurlarının birçoğu onun düşünce ve yeteneğinin ürünüdür. Râfıza'daki “vesayet”, “imamet” ve “rec'at” inançları, gulattaki “hulul” inancı.. vs. Abdullah b. Sebe' patentini taşıyan inançlardan birkaçıdır.4
Son dönemde Râfızîlerin, tarihte böyle bir kişiliğin hiç yaşamadığı şeklindeki iddiayı yayma gayretiyle çırpındığını görüyoruz. Bunun ne denli beyhude bir çaba olduğunu kısaca da olsa ortaya koymaya çalışacağım. Bunu da mümkün olduğunca Şia'nın kendi kaynaklarından yapmaya çalışacağım ki, onlar için Ehl-i Sünnet'in kaynaklarında yer alan rivayetlerin “uydurma” olduğu tezine sığınma imkânı kalmamış olsun.
Önce meselenin kökenine gidelim:
Bu iddianın ilk defa Julius Wellhausen, Leone Caetani,5Bernard Lewis,6Friedlaender7gibi müsteşrikler tarafından ortaya atıldığını biliyoruz. Elimizdeki kaynaklar içinde İbn Sebe'den ilk bahseden kişinin Seyf b. Ömer olduğu tesbitinden hareketle mezkûr müsteşrikler, bu zatın “tarihi kurgulamak” gibi bir gayeyle hareket ettiği için güvenilirlik vasfına sahip olmadığını söylerler. Onlara göre Seyf, Hz. Osman (r.a)'ın şehadeti ve Cemel vakası da dâhil olmak üzere, döneme damgasını vuran gelişmeleri, Sahabe'yi tebrie etme gayretiyle muhayyel olay ve kişilere bağlamayı tercih etmiş, Abdullah b. Sebe' ismi de bu çerçevede onun tarafından uydurulmuştur.8
Mezkûr müsteşriklerin, İslam'a ve Müslümanlara önyargılı Batılı bakışın tipik izlerini taşıyan bu tezi, modern dönemde İslam dünyasında da taraftar bulmakta gecikmedi.Mısır'da, “Fransızca düşünüp Arapça yazmakla iftihar eden” Tâhâ Hüseyin konu hakkında ilk “Müslüman” patentli şüpheyi ortaya atan kişi oldu.9O,el-Fitnetu'l-Kübrâ-Alî ve Benûhadlı kitabında İbn Sebe'in tarihsel varlığına şüpheyle yaklaşmayı “bilimsellik” adına savunduğunda10elbette zeminini müsteşriklerin döşediği bir vasatta hareket ediyordu.
Tâhâ Hüseyin'den sonra İslam Dünyası'nda ve ülkemizde aynı görüşü savunan birçok yazar ve çalışma ortaya çıktı. Ülkemizde konu hakkında yapılan ve sayıları bir elin parmaklarını bulmayan Yüksek Lisans ve Doktora tezlerinde veDİA'da11konunun aynı minval üzere ele alındığı dikkat çekerken12, İslam Dünyası'nda da aynı doğrultuda kaleme alınmış birçok kitap ve makale yayımlandı.13
el-Askerî'nin Beyhude Gayreti
Râfıza'nın, altından kalkamadığı bir töhmeti, daha doğrusu bir “hakikati” savuşturmak için Abdullah b. Sebe' diye birinin hiç yaşamadığı tezini savunan çizgideki çalışmalara mal bulmuş mağribi gibi sarılması elbette şaşırtıcı değildir. Murtazâ el-Askerî,Abdullah b. Sebe' ve Esâtîru Uhrâadlı kitabında –yukarıda adını andığım müsteşrikler tarafından ortaya atılan– malum tezi, Seyf b. Ömer'i merkeze alarak tekrarlamış, hatta iddialarını, Seyf b. Ömer'in, hiç mevcut olmayan birtakım coğrafî bölgeleri, tarihî hadiseleri ve şahısları hayalî senaryolarla mevcutmuş gibi gösterdiğini söyleyecek kadar ileri götürmüştür.14
Kitabında, İbn Sebe'in, Hz. Ali (r.a)'ın “ilahlığını” iddia ettiğini anlatan rivayetlere yer veren tek kadim İmâmî rivayet kaynağının el-Keşşî'ninMa'rifetu Ahbâri'r-Ricâl'i (İhtiyâru Ma'rifeti'r-Ricâlolarak da anılır) olduğunu iddia eden el-Askerî, ilgili rivayetlerin bu esere, daha evvel kaleme alınmış İmâmî Milel-Nıhel kaynaklarından geçtiğini söylemektedir.15Daha sonra İmamiyye'nin 4 temel eserinden16 hiç birinde bu rivayetlerin geçmediğini17, el-Keşşî'nin bu eserinin ise Şia nezdinde muteber kabul edilmediğini, bir de İmâmî kaynaklarda –biri Hz. Ali (r.a)'ın ilahlığını iddia eden, diğeri ise son derece makul ve “zararsız” bir kişilik gösteren– farklı İbn Sebe' portresi bulunduğunu ifade ederek kaynaklarını “problemli” İbn Sebe'den sözüm ona tebrie etmektedir!18
Ancak hemen belirtelim ki burada el-Askerî'nin, bir kısmından hiç bahsetmediği, bir kısmını ise “mış gibi yaparak” geçiştirmeye çalıştığı önemli noktalar mevcut. Maddeler halinde sıralayacak olursak:
el-Askerî, İmâmiyye'yi İbn Sebe'den ve onunla ilgili rivayetlerden tebrie etmek isterken el-Keşşî'nin, bu rivayetleri kendilerinden aldığı İmâmî Milel-Nıhel kaynaklarının güvenilirliği problemini de gündeme getirmiş olmakta, ancak kendisi bu noktadan hiç bahsetmemektedir. Bu kaynaklar Şia açısından güvenilir midir, değil midir?
Açıktır ki, bu kaynaklar ilgili rivayetleri ya Sünnî veya Şiî kaynaklardan almıştır. Bu ihtimallerden hangisini alırsanız alın, bu kaynakların yazarlarının bu rivayetleri itimada şayan bulduğu gerçeğine ulaşırsınız. Şu halde el-Askerî ve onun gibi düşünenler nezdinde İbn Sebe' rivayetlerine yer vermekte bir beis görmeyen İmâmî Milel-Nıhel kaynakları “güvenilmezler” kategorisine girmektedir! “Merd-i kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler”miş!!
el-Askerî, el-Keşşî'nin naklettiği rivayetlerin Şiî Milel-Nıhel kaynaklarında geçtiğini söylerken, o rivayetlerin bu kaynaklardan alındığını ima ediyor. Böylece el-Keşşî'nin söz konusu rivayetleri kendi sened silsilesiyle naklettiği gerçeğini görmezden geliyor veya gözden kaçırmaya çalışıyor. el-Keşşî'ninMa'rifetu Ahbâri'r-Ricâl'inde Abdullah b. Sebe'e ayrılan bölümde yer alan rivayetlerin tamamı el-Keşşî'nin kendi sened silsilesiyle ilk mahrecine kadar ulaşmaktadır. Calib-i dikkat olansa, Seyf b. Ömer isminin bu silsilelerin hiçbirisinde yer almamasıdır! Dolasıyla el-Askerî'nin, eserinin neredeyse yarısını Seyf b. Ömer'in taz'ifine ayırmışken, el-Keşşî'nin sened silsilelerinde yer alan ravilerden hiç bahsetmemesi, ya da “Ricâlu'l-Keşşî'deki rivayetlerin güvenilmez olduğu” şeklinde genel ve yuvarlak bir ifade kullanması “telbis”in güzel bir örneğini oluşturmaktadır!!19
el-Askerî'nin, el-Keşşî'nin İmâmiyye nezdinde güvenilmez olduğu izlenimini veren ifadeleri20İmâmiyye'nin ileri gelen alimlerinin el-Keşşî hakkındaki kanaatiyle taban tabana zıttır. Söz gelimi onun hakkında et-Tûsî şöyle der: “Sika (güvenilir) dir. Rivayetler ve raviler konusunda basiret (ihtisas) sahibidir. İtikadı sağlamdır.”21Benzer ifadeleri onunRicâl'inde de görüyoruz.22
Keza en-Necâşî de onun “güvenilir” ve “ilim sahibi” olduğunu söyler. Bununla birlikte zayıf ravilerden rivayette bulunduğunu ve rivayetlerinde çok hatalar olduğunu da ekler.23
el-Keşşî hakkında bize bilgi veren bir diğer kaynak Muhammed Takî el-Meclisî (el-Meclisî el-Evvel)'dir. O, yukarıda naklettiğim bilgileri özetledikten sonra el-Keşşî'nin rivayetleriyle ilgili olarak en-Necâşî'nin ifadelerinde geçen taz'ifin nasıl anlaşılması gerektiğini açıklar: “Açıktır ki, burada geçen “rivayetlerinde çok hatalar vardır” ifadesi, aralarında zahiren tearuz/çatışma bulunan rivayetleri anlatmaktadır.”24
Dolayısıylaen-Necâşî'nin taz'ifinin, el-Keşşî'nin adaletine dönük olmaktan ziyade, eserinin bir hususiyetine dikkat çekmeye matuf olduğunu söylemek durumundayız. Eğer içerdiği rivayetler arasında zahiren tearuz olduğu için herhangi bir eserin taz'if edilmesi normal ve gerekli ise, İmâmiler –Kütüb-i Erba'a da dâhil olmak üzere– hiçbir kaynaklarına güvenmemelidirler.25Tearuz, “rivayet” sahasının en temel konularından biridir ve esasen içerdiği rivayetler arasında zahiren tearuz bulunmayan bir rivayet kaynağından bahsetmek neredeyse mümkün değildir.
en-Nemâzî de onun hakkında önce, “Büyük üstat, güvenilir seçkin insan (eş-şeyhu'l-celîl es-sikatu'n-nebîl)” dedikten sonra, “bilâ hilâf” (bu vasıflara sahip olduğunda ihtilaf yoktur) ifadesini kullanır ki26bu ifadenin ancak el-Meclisî'nin mezkûr tevcihiyle anlamlı olacağı açıktır.
el-Askerî, İbn Sebe' adını zikreden en kadim rivayet kaynağının el-Keşşî'ye ait olduğunu söylerken de dürüst davranmıyor. el-Keşşî'nin vefatının 300/912-350/961 arası bir tarihte vuku bulduğu27tahmin edildiğine göre İbn Sebe' adını ondan daha önce vefat etmiş İmâmî müelliflerin zikretmiş olduğu gerçeği el-Askerî'yi açık şekilde tekzip ediyor.
Onlardan birisiel-İstinfâr ve'l-Ğârâtsahibi İbn Hilâl es-Sekafî'dir. es-Sekafî, el-Keşşî'den uzun yıllar önce yaşamış bulunan bir müellif olarak28İbn Sebe' adını Hz. Ali (r.a)'ın taraftarları arasında zikreder.29Onun rivayet ettiğine göre, aralarında Amr b. el-Hamık ve Hucr b. Adiyy (r.anhuma) gibi sahabîlerin de bulunduğu bir grup Hz. Ali (r.a)'a giderek, “Ebû Bekr ve Ömer hakkındaki görüşünü bize açıkla” demiş, Hz. Ali (r.a) bu soru üzerine sitem dolu bir risale kaleme almıştır. Ona o soruyu soranlar arasında Abdullah b. Sebe' de bulunmaktadır.30
el-Askerî, el-Keşşî tarafından nakledilen ve İbn Sebe'in Hz. Ali (r.a)'a ilahlık atfettiğini anlatan rivayetlerinKütüb-i Erba'a'da geçmediğini söylerken de telbis yapıyor. Râfızîlerin en klasik metodunu burada da müşahede etmek elbette şaşırtıcı değil… Zira zikrettiği rivayetlerinKütüb-i Erba'a'da geçmemesi, İbn Sebe'in bu eserlerde anılmadığı ve ondan bahseden başka rivayetlerin bulunmadığı anlamına gelmiyor.
İmâmiyye Şiası'nın 4 temel kaynağından birisi olanMen Lâ Yahduruhu'l-Fakîh'te Şeyh es-Sadûk şöyle bir rivayet zikreder: “Emîru'l-Mü'minîn aleyhisselâm31şöyle dedi: “Biriniz namazını bitirdiği zaman ellerini semaya kaldırsın ve tam bir teveccühle dua etsin. (Bunun üzerine orada bulunan) İbn Sebe',
Ey Mü'minlerin Emiri! Allah azze ve celle her yerde değil mi? diye sordu (ve konuşma şu minval üzere devam etti:)
Evet.
O halde kişi dua ederken ellerini niçin semaya kaldırır?
“Rızkınız ve size vaat edilen (diğer) şeyler göktedir”ayetini32okumuyor musun? Rızık, bulunduğu yerden başka bir yerden mi istenir? Rızık da, Allah azze ve cellenin vaat ettiği diğer şeyler de semadadır.”33
Aynı rivayeti et-Tûsî de –Kütüb-i Erba'a'dan–Tehzîbu'l-Ahkâm'da nakletmiştir.34
Men Lâ Yahduruhu'l-Fakîhisimli eserinde yukarıdaki olayı nakleden es-Sadûk, bir diğer eseriel-İ'tikâdât'da şöyle bir rivayet nakleder: “Rivayet edildiğine göre Zürâre35şöyle demiştir: “(İmam Ca'fer) es-Sâdık'a,
“Abdullah b. Sebe'in oğullarından birisi “tefvîd” inancını benimsemiş” dedim.
“Tevfîd nedir?” diye sordu.
“‘Allah Teala Muhammed ve Ali'yi yarattıktan sonra işi onlara havale etti; onlar yaratır, onlar rızık verir, onlar diriltir ve onlar öldürür' diyor.”
“Allah'ın düşmanı yalan söylemiş! Onunla karşılaşırsan kendisine Ra'd Suresi'ndeki şu ayeti oku…”36
Bu rivayet, el-Askerî nezdindeKütüb-i Erba'a'nın mevsukiyetini de tartışma konusu kılar mı, bilinmez; ama şu bir hakikat ki Râfızîler İbn Sebe' iblisini kapıdan kovsalar bacadan girecektir! Zira ideolojilerinin kurucu atasıdır o!
Abdullah b. Sebe'in Hz. Ali (r.a)'a ilahlık atfettiğini anlatan rivayetler canını sıktığı için el-Askerî, İmâmî Milel-Nıhel kaynaklarını, el-Keşşî'yi ve ilgili rivayetleri ondan alarak nakletmekte bir beis görmeyen diğer İmâmî kaynakları gözden düşürmek için hayli gayret sarf ediyor. Hareket noktaları şunlar:
İmâmî Milel-Nıhel kaynaklarının bahse konu rivayetleri senedsiz olarak vermesi.
el-Keşşî'nin “güvenilmez” biri olduğu tezi.
Başka İmâmî kaynaklarda Hz. Ali (r.a)'a ilahlık atfetmeyen bir İbn Sebe' portresinin yer alması.
Oysa meseleye şöyle bakılması, el-Askerî'nin “problem” olarak takdim ettiği bütün bu noktaların makul bir izahının pekâlâ mevcut olduğunu ortaya koyar: Abdullah b. Sebe', önceleri Hz. Ali (r.a)'ın etrafında bulunan “Ali Şiası”ndan bir fert olarak bulunmuş, ancak bilahare ayağı yer tutunca Râfıza'ya vücut verecek olan fikirlerini tedricen izhar etmeye başlamış, nihayet işi, Hz. Ali (r.a)'ın ilahlığını iddia edecek raddeye vardırmıştır.
Bu, aynı zamanda meseleye “peşin redci” bir tavırla bakmayan İmâmî müelliflerin de benimsediği bir izah tarzıdır. Onlardan biri, el-Bahrânî'ninel-Hadâiku'n-Nâdıra'sına ta'lik yazan Muhammed Takî el-Eyrevânî'dir. O, bir önceki maddedeKütüb-i Erba'a'ya dâhil iki eserden naklettiğim rivayeti aktaran el-Bahrânî'nin, “Bu İbn Sebe', Emîru'l-Mü'minîn'in ilah olduğunu iddia eden kişidir. Emîru'l-Mü'minîn kendisini 3 gün süre tanıyarak tevbeye davet etmiş, tevbe etmeyince yakmıştır” tarzındaki ifadelerine düştüğü notta şunları söyler:
“(…) Ehl-i Beyt imamlarından nakledilen rivayetler ve Şia'nın ileri gelenlerinden aktarılan sözler, Şia'nın imamlarının ve ileri gelenlerinin bu adama duyduğu öfkenin ve bu –küfrü ve aşırılığı sebebiyle– adamdan teberri ettiklerinin en kesin delili, en susturucu bürhanıdır. Hatta –el-Keşşî'nin ifadelerinde de geçtiği gibi– Ali aleyhisselamın kendisi hakkında bu görüşleri ileri süren 70 kişiyi ateşe atarak yaktığını anlatan bazı rivayetler, ona da, görüşlerini benimseyenlere de ölüm cezası uygulandığını gösteren delillerdendir.
“Açıktır ki buradaki rivayetlerle37daha önce geçen 5 rivayet38arasında yapılacak bir karşılaştırma, İbn Sebe'in bu sapmasının, İmam aleyhisselam ile aralarında geçen –ve sadedinde bulunduğumuz rivayetin anlattığı– konuşmadan daha sonraki bir zamanda vuku bulduğunu söylemeyi gerektirmektedir…”39
Evet, işin aslı budur.İbn Sebe', önce Hz. Osman (r.a)'ın şehadetiyle neticelenen fitnenin içinde aktif olarak yer almış, Şam, Kahire, Bağdat, Kûfe… gibi İslam merkezlerini dolaşarak “emr-i ma'ruf” yapmış ve halkı Hz. Osman (r.a)'a karşı ayaklandırmış, burada amacına ulaştıktan sonra Hz. Ali (r.a)'ın yanına sokulmuş, onun “şiası” arasında yer almış ve buradaki yerini iyice pekiştirdikten sonra zehrini kusmuştur.Onun Hz. Ali (r.a) tarafından “yakılarak” öldürüldüğü kesin değildir. Hatta bizzat İmâmî kaynaklar da bu konuda ihtilaf halindedir. Bir kısmı yakılarak öldürüldüğünü söylerken, bir kısmı sadece sürgün edildiğini söylemektedir…
Tek Kaynak Seyf b. Ömer mi?
Gelelim yukarıda adı geçen müsteşriklerle –başta el-Askerî olmak üzere– onların yolundan gidenlerin, İbn Sebe' adını zikreden tek Sünnî kaynağın Seyf b. Ömer olduğu yolundaki iddiasına:
Evet, Seyf b. Ömer Hadis İmamları tarafından ağır ifadelerle taz'îf edilmiş bir kişidir;40ancak bu durum, İbn Sebe'in onun hayalinin mahsulü olduğu ve böyle bir şahsiyetin hiç yaşamadığı iddiasına delil kılınamaz. Zira Abdullah b. Sebe', Seyf b. Ömer adının hiçbir şekilde yer almadığı sened silsileleri ile bize kadar gelen nakillerde de yer almaktadır:
Öncelikle İmâmî kaynakların rivayetlerini zikredelim:
Bunların başında el-Keşşî'nin kendi sened silsilesiyle naklettiği rivayetler gelmektedir. Bunları el-Askerî kendi kaynaklarından naklen topluca vermektedir.41
Bunlar dışında İmâmî Milel-Nıhel kaynaklarında yer alan nakiller de önemli bir yekün tutmaktadır. Bu kaynaklarda gerek İbn Sebe'/İbnu's-Sevdâ adı tasrih edilmek suretiyle, gerekse onun adıyla anılan “Sebeiyye” fırkası hakkında detaylı bilgiler bulunmaktadır.42
Yine bu kaynaklar arasında en kadim olanlarından biri İbn Hilâl es-Sekafî'ninel-İstinfâr ve'l-Ğârât'ıdır ve daha önce de naklettiğim gibi bu eserde es-Sekafî, kendi sened silsilesiyle Abdullah b. Sebe'i Hz. Ali (r.a) taraftarları arasında zikretmektedir.43
Sünnî kaynaklar içinde de İbn Sebe' hakkında bize bilgi